Üretmeyen insan da insan kalabilir mi?
Isaac Asimov’un Robot serisiyle yazıma bir giriş yapmayı fikirlerimi temellendirmek için gerekli görüyorum. Dedektif Baley ve Robot Daniel’in başrolleri paylaştığı uzay polisiyesi, bilim kurgu dünyası ve Asimov külliyatının mühim bir parçasıdır. Günümüzde, yapay zekâ ve robotik teknolojilerinin insan emeği ve basit düşüncesinin yerine geçmeye başlamasıyla eserin önemi ve işaret ettiği tartışmalar daha da önem kazanmıştır. Kaleme aldığım içerik bir edebiyat eleştirisi değil. Dolayısıyla esere denemem ekseninde gereksinim duydukça değinmek niyetindeyim. Eksenim, AGI (Yapay Genel Zeka) düzeyinde düşünebilen ve fiziksel tüm işleri yerine getirebilen robotların var olduğu bir dünyada, insan varoluşunun hâlâ bir anlam taşıyıp taşımayacağıdır. Konuya başlamadan önce bazı aksiyomları tanımlamak isterim. Yapay Genel Zekâ veya AGI (yazı süresince pratik amaçlarla AGI olarak kullanacağım) kavramını insan zekâsının tüm bilişsel becerilerini sergileyebilen; düşünebilen, öğrenebilen ve problem çözebilen yapay bir sistem olarak kullanacağım. 1940’larda Asimov’un pozitronik beyni tanımlarken kaleme aldığı satırlar, günümüzde aktif olarak kullandığımız yapay zekâ yazılımları ve bu yazılımların verimli bir şekilde çalışmasına olanak sağlayan GPU gibi donanımlar; yazım için büyük önem taşıyor.
1 Temmuz 2025 itibarıyla Amazon operasyonlarında çalışan aktif robot sayısı 1 milyonu aştı. İlgili haber bu yazıyı kaleme almak konusunda ciddi bir katalizör oldu. Yapay bir sistemle çalışan 1 milyon donanım basit ve kompleks çeşitli görevleri insan yardımı - şimdilik bakım onarım süreçlerini göz ardı edebiliriz - olmaksızın yerine getiriyor. Bu noktada Asimov’un Çelik Mağaralar evrenine kısaca bağlanmak isterim. Bu evrende, Dünya ile Uzaycı gezegenler (Dünyalılar tarafından uzun yıllar önce kolonileştirilmiş bir dizi gezegen) arasında derin bir kültürel ve teknolojik uçurum vardır. Diğer gezegenlerle kıyaslandığında Dünya'nın nüfusu binlerce kat fazladır. Teknolojiye karşı temkinli, çelik mağaralara bağımlı, gökyüzünü dahi görmek istemeyen kapalı bir toplum söz konusudur. Buna karşılık Uzaycı gezegenlerinde nüfus seyrektir ve robotlar günlük yaşamın ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. Uzaycılar, robotlarla kurdukları işbirliği paradigmasını mutlak bir üstünlük göstergesi olarak görürken; Dünyalılar robotları bir tehdit olarak algılar. Bu zıtlık, yalnızca teknolojik değil, aynı zamanda derin bir sosyo kültürel çatışmanın da kaynağıdır.
Asimov’un robot serisinde gözlemlediğimiz ikilikleri yaşamak için başka gezegenleri feth etmemize gerek yoktur; benzer sosyo ekonomik ayrımlar bugün, yeryüzünde yaşayan toplumlar arasında da gözlemlenebilir. Teknolojinin yaygınlaşması, büyük ölçüde ekonomik fizibiliteye bağlıdır. Bir teknolojinin insanın yerini alabilmesi için, bu değişimin ekonomik olarak anlamlı olması gerekir. Enerjinin ucuz, maaşların yüksek olduğu ülkelerde insan emeğinin yerini robotlar alırken, Ar-Ge yatırımları da bu doğrultuda artış gösterir. Robotlar da bu dinamikten bağımsız değildir. Bu yüzden robotların ilk olarak ABD ve Japonya gibi yüksek gelirli ülkelerde operasyonlara dahil edildiğini görürüz. Aynı şekilde, robotlar günlük hayata da bu ülkelerde daha erken entegre olacaklardır. Ancak bu entegrasyon yalnızca teknik değil, derin sosyo-kültürel sonuçlar da doğuracaktır. Nasıl ki telgraf, telefon, bilgisayar, internet ve sosyal medya hem davranış biçimlerini hem değer sistemlerini dönüştürdüyse; robotik devrim de benzer paradigma kırılmaları yaratacaktır. Bu dönüşüm, yalnızca teknolojik değil, insanın kendini algılayış biçiminde de ciddi değişimlere yol açacaktır.
Bahsi geçen dönüşümler tam olarak neye yol açacaktır? İnsan, bu yeni düzende varoluşunu nasıl anlamlandıracaktır? Avcı-toplayıcı dönemlerden bu yana insanın; önce hayatta kalmak için, sonra biriktirmek ve nihayetinde –bugünün dünyasında olduğu gibi– tüketmek için çalıştığı anlatılageldi. Üretmenin, insan varlığını anlamlı kıldığı düşüncesi ise modernitenin en kalıcı anlatılarından biri olarak post-modern dönemde dahi etkisini sürdürdü. Ancak düşünsel ve fiziksel üretim faaliyetlerinin insanın elinden alındığı bir gelecekte, anlamın da kaybolacağı fikrine katılmıyorum. Evet, günümüzün anlam sistemine mensup bireyler bu değişim karşısında “anlamı” yitirebilir. Fakat gelecek kuşaklar, yeni bir anlam sistemini ya inşa edecek ya da doğrudan onun içine doğacaklardır. Asıl soru şudur. Bu yeni anlam neye dayanacak, nasıl şekillenecektir?
Bu noktada Asimov’u bir hammadde olarak kullanmayı elverişli görüyorum. Asimov’un kurmacasında Dünyalılar için anlamın temel ekseni emek, kolektivizm ve insanlığa aidiyet duygusudur. Dünyalıları gelişmekte veya gelişmemiş ülke toplumlarına benzetmek yersiz olmayacaktır. Asimov’un anlam formülü sebebiyle değil ancak Uzaycı dünyalarla kurdukları yarı sömürge ilişkilenmesi bu düşüncemin başlıca sebebidir. Kalabalık nüfuslu, yer altına sıkışmış şehirlerde yaşayan bu Dünyalılar için “çalışmak”, yalnızca ekonomik bir faaliyet değil; toplumsal bağ kurmanın ve kimlik kazanmanın yüceltilmiş bir yoludur. Yine de ekonomik olarak dezavantajlı olduklarının farkındadırlar. İş görmek, verimlilikten ziyade psikolojik bir tutunma biçimi hâline gelmiştir. Kolektif yaşam alanlarında barınır, ortak yemekhanelerde yemek yer, soyunma odalarında duş alırlar. Robotlara yönelik kaygıları da ekonomik değil, varoluşsal bir nitelik taşır. Bu yüzden robotlar ancak görünmez alanlarda - örneğin taşra tarımında ya da maden ocaklarında - kullanılmaktadır.
Buna karşılık Uzaycılar, giderek üretimden çekilmiş; refah içinde, steril bir hayat kurmuşlardır. Olimpos tanrılarını andıran hayatlar sürerler. Bu durum, gelişmiş ülkelerin demografik ve sosyoekonomik eğilimlerini çağrıştırır. Düşen doğum oranları, artan bireysellik, dijitalleşmiş konfor. Robotlar sayesinde yalnızca fiziksel değil, yer yer düşünsel işlerden dahi arındırılmış bir yaşam sürerler. Anlam, bu dünyalarda bireyselliğe, kontrole ve üstünlük duygusuna endekslenmiştir. Uzaycı gezegenlerde aristokratik bir atmosfer hâkimdir; robotlara hükmetmenin neredeyse soylu ve törensel biçimleri gelişmiştir. Ancak tüm bu görkemin ardında steril bir nihilizm yatmaktadır. Robotlara duyulan bağımlılık, anlam arayışını da izole hale getirmiştir.
Tam da bu noktada, Asimov’un anlatısı – nereden baktığınıza bağlı olarak bir ütopya ya da distopya olarak okunabilecek bu kurmaca evren – ile insanlığın muhtemel geleceği arasında doğrudan bir köprü kurmak mümkündür. Bugünün gelişmekte olan toplumları, tıpkı Asimov’un Dünyalıları gibi mevcut paradigmanın “çalışarak anlam üretme”, “işe yarama”, “üretme” gibi anahtar kavramları etrafında benliklerini ve kolektif düşünme biçimlerini şekillendirmeye devam edebilir. Nietzscheci bir bakışla, bu doğrultuda bir ahlak sistemi inşa etmeleri olasıdır. Buna karşın, gelişmiş ülkelerin toplumları Uzaycıların patikasını izlemeye daha yatkındır. Anlamdan ziyade, kısa vadede “olimpik bir hedonizm”e sürüklenmeleri mümkün olsa da, uzun vadede üretimle özdeşleştirilen modern anlam anlatısının çözülmesi kaçınılmazdır. Bu çözülmenin ardından, teknolojik ve bilimsel ilerlemenin anlam üzerindeki rolü artacak; ancak bireysel varoluşun anlam üretme kapasitesi konusunda ciddi soru işaretleri doğacaktır. Robotların fiziksel ve düşünsel işleri üstlendiği bir evrende, yalnızca çok az sayıda bireyin anlam üretme çabası içinde kalması kuvvetle muhtemeldir. Cesur Yeni Dünya’yı andıran, tembelliğe gömülü bir hedonizmin norm haline gelmesi ise uzak bir ihtimal gibi görünmemektedir.
Tüm bu düşünce dizisi, bizi kaçınılmaz olarak “post-emek çağı” olarak adlandırılabilecek kavramsal bir paradigmayla karşı karşıya bırakıyor. Bu eşiği aşan insanlık için emek, tarihe ait bir mesele hâline gelebilir. Zihinsel ya da fiziksel çaba harcamak bir tercihten ibaret hâle geldiğinde; üretmeyen, çalışmayan ve hatta düşünmeyen bireylerin, toplumun değerler hiyerarşisinde öne çıkma ihtimali küçümsenmemelidir. Çünkü konforun birleştirici ana değer kabul edildiği, bedeli ödenmemiş refahın norm hâline geldiği Cesur Yeni Dünya vari bir düzende, insanın asli nitelikleri değil, sistemin sorunsuz işleyişine uyumu makbul sayılır. Unutmamak gerekir ki, insanlık tarihinin önceki evrelerinde de insan olmak rasyonalite ya da bilinçli düşünümle tanımlanmıyordu. Avcı-toplayıcılar, yaşama biçimleri, çevreyle kurdukları uyum ve davranış repertuarlarının zenginliğyle insan sayıldılar. Geleceğin insanı da bugünkü zihinsel ya da üretken ölçütlere göre değil bambaşka bir yazılımla kendisini tanımlayacak. Kısaca toparlamak gerekirse insan olmak tarihin her döneminde farklı anlamlara içkindi. Bugün rasyonalite ve üretkenlik insan olmanın temel ölçütleri arasında öne çıkıyor. Ancak bunun da geçici bir yazılım olduğunu düşünüyorum. Düşünme ve üretmek zorunda olmayan bambaşka insan versiyonlarıyla karşılaşabiliriz. Bu durum geleceğin insanlarını daha az insan değil daha farklı insan konumuna pozisyonlar.
Avcı-toplayıcılıktan yerleşik hayata geçiş sürecinde insan doğayla bağını kaybetti. Bu kopuşu telafi etmek isteyen topluluklar yaratılış mitolojilerine iyiyden iyiye sarıldı. İlk çiti çektik, Adem ve Havva gibi cennetten kovulduk. Bu kovuluş bizi önce Homo sapiens olarak Afrika’ya fırlattı. Doğayla kurduğumuz içkin bağdan koptuk. Hayatta kalmaya mahkum bir varoluşa itildik. Sartre’ın deyimiyle, artık tamamlanmaya çalışan 'kendi-için varlıklar' hâline geldik; eksik, arayan, kendini kurmakla yükümlü hisseden. Fakat bu sürgün yalnızca bir yoksunluk değil, aynı zamanda insanın kendini yaratma serüvenine atılmış ilk adımdı.
Eğer bu kısa yazı boyunca aktarmaya çalıştığım dönüşüm başarıya ulaşırsa, emek yalnızca yaşamak için değil; daha bütün, daha özgür, daha bilinçli bir varlık hâline gelmek için de bir yol açma potansiyelini barındırır. Emek, salt ihtiyaçların kölesi olmaktan çıkıp, dünyayı estetik, etik ve varoluşsal tercihlerimize göre dönüştüren yaratıcı bir pratiğe evrilebilir. Belki de bu kez cennetten kovulmayacağız. Onu birlikte kuracağız. Hem kendimizi hem dünyayı yeniden inşa edeceğiz.